Bir annenin başına gelebilecek en büyük felaket, küçük çocuğunu bir yatılı okula bırakıp gitmektir.
Benim annemin başına geldi!
Gölgeler uzamış, güneş dağın arkasına bir el tarafından zorla itilmiş gibi kana kana batıyor.
Dağlardan dalga dalga hüzün yağıyor üzerimize.
Küçük elimi bıraktı, yüzüme değil karşıki dağlara baktı, güneşin kızıllığından kamaşan gözlerinden akan yaşları gizledi benden, “ağlamıyorum oğlum işte” dedi, içim bomboştu, sonra elimi yavaş yavaş bıraktı, son parmağım da sıcak avucundan düşerken, bir uçuruma yuvarladım, tam o esnada güneş büyük bir gürültüyle girdi dağa…
Kapkaranlık oldu her yer…
Gitti, ben uzun uzun baktım arkasından.
Beni orada, o yatılı okulda bir hüzün kuyusuna dibine attı, kendisi kör karanlığın içinde kayboldu gitti ağabeyimle birlikte.
*
İlk ayrılığımızdı.
Babam bir gezgindi, burada sınırın bu yakasında bizimleydi gövdesi; aklı, bilinci sınırın öte yakasında kalmış çocukluğundaydı sanki… Doğduğu evde, oradaki elma bahçesinde…
O yüzden bulduğu her fırsatta rızkımızı toplamak için alıyor katırını, gidiyordu oralara.
O yüzden onu çok az gördüm çocukluğumda.
Zaten koltuğunun altına sığınıp gezecek yaşa geldiğimde, bizi bırakıp temelli gitti cennetine.
Gitmeden önce, annemi sıkı sıkıya tembihledi, “Muhsin’i mutlaka okutun” dedi.
Kalakaldık dokuz kardeş, annemle baş başa…
Ondan korktuğu için mi, yoksa çok sevdi de vasiyetini çiğnemek istemedi mi, yoksa babasından aldığı okumanın erdemi üzerine terbiyeden miydi bilmem, yüreğini elini aldı, daha sekiz yaşında, koynundan çıkarmaya kıyamadığı oğlunu o soğuk, o her şeyi gri, o her şeyi berbat kömür ve ekşimiş yemek kokan kasvetli yatılı okula bırakıp gitti.
İlk gece yetim kaldım.
Yetimliğime uzun uzun ağladım.
Ertesi gün hasreti öğrendim.
O gün öğrendiğim hasreti, hala o günün anısına bulanmış bir halde en saklı yanımda taşıyorum.
Anneme duyduğum hasret, en kıymetli varlığımdır bugün benim.
*
Uzun yıllar, beni alıp o yatılı okula bıraktığı güne kadar hep “annem ölecek” korkusuyla girdim yatağa. Hangi tedirginlikle dalmışsam uykuya, aynı duyguyla uyandım her sabah. Her defasında orada, sabah namazından sonra yan yana dizilmiş, ayrı ayrı rahlenin önüne diz kırmış da Kuran’ı Kerim okuyan ağabeylerimin birbirine karışan güzel tilavetiyle gözlerimi açtığımda, içime işleyen güven verici yaşama sevincini kutsal kelamın huzur verici tınısından mı alıyordum, yoksa annemin oğullarına bakarken yüzüne yayılan gülümsemesinin bana “şükür bugün de yaşıyor”un resmi olarak mı yansıyordu bilemedim.
İkisi de güzeldi.
Annem yaşıyordu ve ben büyüyordum.
*
Babamın ilk karısı ölünce evlendirilmişti babamla.
On bir çocuk doğurdu. İkisi büyümeden öldü. Ben en küçükleriyim. Yaşı geçkin olmalı beni doğurduğunda. Bir de yedi aylık erken bir doğum… Bir de elli altmış koyunu sağma, kalabalık evi çekip çevirme, her Allah’ın günü evden eksilmeyen babamın misafirlerine hizmet, yavaş yavaş yetişen iki ablamın yardımına rağmen ağır yükün altında bükülmeden yükü taşıma derken umudu kesmiş benden.
Bu çocuk büyümez, imkansız demiş…
Sütten çoktan kesilmiş. Yaylanın bütün kadınlarını gezdirmiş beni ablam, kimde ne kadar süt varsa bir gıdım almışım, zaten çocuklarına yetmiyor bir de üstüne ben, bir süre sonra birkaç paçavranın içinde bırakarak artık umudu kesip Allah’a hava etmiş, sadece dua etmiş benim için.
Duaları kabul görmüş.
Ben yeniden doğmuşum.
O yüzden, “Sen öldün, sonra dirildin, sen bana Allah’ın bir hediyesisin” dedi… Bir de “Oğlum sen bu köyden evlenemezsin, köydeki bütün kadınlar senin süt annen…”
Sekiz kardeşten, o köyde evlenmeyen tek kişi ben oldum.
Annenin sözünü dinlediğim için belki de.
*
Annem… Annem… On dört yaşında gelin olan annem… Köyümüzün ebesi, doktoru olan annem… Her doğuma gittiğinde, eteğine yapıştığım, kadınlar doğururken olan bitine şahit olmayayım diye üzerimi çarşaf örten annem… Beni yatılı okulda sensiz bıraktığın için hayatımda bir kez sitem ettiğim annem… Bir erken bahar günü kışlık bütün yiyecekler bittiğinden, kahvaltıda yedirecek bir şey bulamayınca at yemliğinde artakalan arpaları toplayıp, elimden tutup değirmeye götüren, öğüttüğü şeyi getirip saçın üstünde yamuk yumuk bir ekmek yapıp bana yediren annem… Açlığımın müsebbibi olarak kendini gören annem… Oğlunun karnını doyuramadığı için kendinden utanan annem…
Sedef hastalığına yakalandığında, çok gençmiş henüz.
Derisi tamamen soyuldu.
O yüzden “pamuk nine” der ona hala bazı torunları…
Beni kalbinde hep pamuklara saran annem…
*
Geç bir sonbahardı, beni yatılı okula bıraktıktan birkaç ay sonra… Ziyaretime geldi. Yağmur sonrası berbat, kasvetli bir gün gibi kalmış aklımda. Annemin gelişi o günü bahara çevirdi. Birkaç aydan beri her gece rüyalarımda yanımda, uyanınca yanımda değildi.
Yere çömelip, kucağını kendisine doğru koşan, gözlerinin içine kadar gülen çocuğuna açmış bir annenin ağzından çıkan “ez gorî” (kurban olduğum) sözü, birkaç saniye içinde, o sevmeyi bile kıyamadığı evladının sırtına bir zincir darbesi olarak indi. Sabri Hoca meğerse arkamızda duruyormuş. Ana oğul, kendi dillerinde birbirine sarılıp hasret gideriyordu.
Kürtçe hasret, yasaktı!
Zincir darbesiyle yere yığıldım. Üzerime kapaklandı. Devletten korkmayı çoktan öğrenmişti. Onun için, o sarkık bıyıklı devlet memuruna sadece öfkeyle baktı.
Sanırım o an, o dakika tek bir kelime bile olsun, Türkçe öğrenmemeye kasem etti.
*
Oğlu büyüdü, okudu. İstanbul’da yaşamaya başladı. O sarkık bıyıklı faşist öğretmene inat, bütün hayatını Türkçeyle kazandı.
Bir gün gelsin de yaşadığım yeri görsün istedim. Davet ettim buraya, İstanbul’a. Havaalanında karşılamaya gittim. Ağabeyim yanındaydı. Valizleri beklerken, tıpkı o yatılı okulda, hasret kaldığımız birkaç aylık ayrılık sonrasındaki kavuşma gibiydi kavuşmamız. Yine çömeldi yere, yine kollarımı açarak koştum ona.
Beni kucakladı, yine “ez gori” (kurban olayım) dedi.
Bu kez sarkık bıyıklı Sabri Hoca yerine bir polis belirdi.
“Teyze Kürtçe konuşmak yasak” dedi.
Heyhat, hayat tekerrür ediyordu.
O gün, çocukluğumda, yatılı okulda sırtıma inen zincir darbesi sanki onun kalbine hançer olmuş da nasıl saplanmışsa aynı ifade belirdi yüzünde.
Erken davrandım.
Polise çıkıştım.
Polis şaşırdı. Olup bitenlere bir anlam veremedi. Bizim oralarda görev yapmıştı, Kürtçe konuşarak birbirimize konuştuğumuzu görünce sevinmiş, takılmak istemişti sadece.
“Korkma anne” dedim. “Artık Kürtçe konuşuyoruz diye kimse bizi zincirle dövmüyor” dedim.
Rahatladı.
“Beni Turgut Özal’ın mezarını götür” dedi. Götürdüm.
“Bana kutsal emanetleri göster” dedi, Topkapı’ya götürüp gösterdim.
O zamanlar deniz gören bekar evimde, bir süre sonra her yere “kıras fistanlarından” dökülen simleri, pulları evin her yerine dağılmış bir şekilde bırakarak gitti memlekete.
*
1983 yılında onu temelli Hakkari’de bırakıp geldim buralara. Yılda birkaç kez görüşüyoruz şimdi. Her buluştuğumuzda ve her ayrıldığımızda ağlıyor.
Ağlıyor, bir de dua ediyor.
*
Ben de ona diyorum ki…
Anne, eğer o gün sırtıma Sümbül dağından daha ağır bir hasret yükünü yükleyip beni şehir merkezindeki o kasvetli, o her şeyi gri, o her şeyi hüzne batmış yatılı okula bırakıp köye gitmeseydin, ben bugün seninle ilgili bu yazıyı yazamayacak, hiçbir yaramı edebiyatla, şiirle, hikmetli kelamla tedavi etmeye kalkışamayacaktım.
Sana bir hayat borçluyum anne!
Ama en çok bana yazı yazma yolunu açtığın için minnettarım sana.
*
Bugün Anneler Günü!
“Anne” diye yazdığıma bakmayın, bizim dilimizdeki adı “Dado”dur onun. “Dad” adalet demektir bizim dilimizde… Onun adaleti, artık sayısı çoktan yüzü aşmış olan büyük ailemizin üzerinde dolaşıyor hala.
Nüfus kütüğüne yazarken yaşını üç yıl büyütmüşler, kayıtlara göre 7 Temmuz 2019’da 100 yaşına girecek annem!
Muhsin Kızılkaya